Farklı Kimliklerden Oy Almak Neden Garipsenir ki?

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun ülkede geniş bir popülariteye sahip olduğu ve birbirinden farklı kimlik ve yaşam tarzına sahip insanlardan oy alabildiği sıklıkla dile getiriliyor. Gerçekten de İmamoğlu, doğal tabanı olan Atatürkçülerin yanı sıra milliyetçi seçmene de hitap edebiliyor, AKP’nin kalesi olarak bilinen yerlerde de, DEM Parti’nin güçlü olduğu yerleşim birimlerinde de ilgi ve coşkuyla karşılanabiliyor.

Türkiye’nin cepheleşmiş siyasi iklimi ve onun getirdiği parçalı yapı düşünüldüğünde bir siyasetçinin “kendi mahallesinin” dışına da sesini duyurabilmesi hiç şüphesiz olumludur ve o siyasetçi için büyük bir avantajdır. Ancak siyaseti, bir “köşe kapma” yarışı değil de halka hizmet sorumluluğu olarak ele alırsak, hizmetleriyle öne çıkan siyasetçilerin farklı halk kesimlerinden teveccüh görmesinde şaşılacak hiçbir şey yok. Bu anlamda, bu durumu garipsemenin ülkede siyasetin yanlış algılanma biçiminden ileri geldiğini söyleyebiliriz.

Siyaset, varoluş amacına uygun, yani halka yarar sağlama ilkesine yakışır şekilde icra ediliyorsa, örneğin bir belediye başkanının hizmetleri, şehrinde farklı değerlere sahip insanların koşullarını iyileştiriyor, onların yaşam konforunu yükseltiyorsa onun farklı eğilimlerden gelen seçmenlerden benzer olumlu tepkiler almasından doğal ne olabilir ki? Bir Kürt, bir Alevi, bir milliyetçi ya da bir dindarın, işini iyi yaptığına inandığı bir belediye başkanını, sırf kendisiyle aynı kimliğe ya da ideolojiye sahip değil diye görmezden gelmesi asıl garipsenecek tavır değil midir?

Fakat gelişmiş Batı demokrasilerine kıyasla Türkiye’de insanların oy verme pratikleri daha az sınıf temelli ve daha çok kimlik ve yaşam tarzı merkezlidir. Yani insanlar siyasi aktörleri, onları belirli kimlik ve yaşam tarzının temsilcisi ve savunucusu olma niteliğiyle desteklemeye meyillidir. Bu durum da aslında iktidardaki veya muhalefetteki çoğu siyasetçinin işini kolaylaştırmakta, onlara bildik ezberleri devam ettirerek konumlarını sürdürme imkânı vermektedir. Böylece her kanattaki siyasetçi, halka ne kadar yarar sağladığından bağımsız olarak, sırf kendi tribününe oynayabilmesi sayesinde siyaset sahnesinde yıllarca kalabilmektedir.

İmamoğlu’nun durumu işte tam da bu yüzden, iktidarı ve muhalefetiyle, Türkiye’deki müesses siyasi nizamı tehdit etmektedir. Onun hamasi sözlerle ya da toplumsal cepheleştirme çabalarıyla değil doğrudan hizmetlerle ön plana çıkması kolaycılığa alışmış siyasetçilerin rahatını bozmakta, onları siyasetin asıl amacına daha uygun davranmak zorunda bırakmaktadır. Böyle düşünüldüğünde, İmamoğlu’nun İstanbul’u kaybetmesi için karşısında oluşturulan adı konmamış koalisyon daha anlaşılır hale gelmektedir.

İmamoğlu’nun gördüğü toplumsal ilgi, karikatürize edilmeye çalışıldığı gibi, herkese “mavi boncuk dağıtma” tarzı bir ilkesizliğin değil, tüm yurttaşları birinci sınıf gören ve onlar arasında ayrım yapmayan kapsayıcı bir bakış açısının doğal sonucudur. Bu bakımdan Türkiye’de genel siyaset yapma anlayışını da değiştirmeye adaydır. Siyaseti kamu yararı merkezli görmeyip, onu kişisel ikbal meselesi, zenginleşme, sınıf/statü atlama yolu olarak gören aktörlerin bundan rahatsız olması da şaşırtıcı değildir.

Ülkemiz kimlikler ve yaşam tarzları çevresindeki kısır tartışmaları uzunca yıllar yaptı ve bundan hiçbir yarar sağlamadı. Artık yeni şeyler söylemek, halka, başka bir siyaset anlayışının da var olabileceğini göstermek gerekiyor. Halkımız, bomboş çekişmelerden ve sonu gelmez siyasi entrikalardan fazlasını hak ediyor. Kamu yararını esas alan yeni nesil siyasetçilerin yetişmesi ve görünür hale gelmesi, orta ve uzun vadede, toplumda siyasete bakış açısını da daha ideal bir seviyeye çekecek, siyasetteki kayıkçı kavgalarının ve bunun etrafında şekillenen politik iklimin de dönüşmesine vesile olacaktır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Can Kakışım Arşivi